Ruh sağlığı ile ilgili yasal ve yönetimsel sorunlar N. Yasemin Oğuz Özet Summary Bu makalede, ülkemizdeki ruh sağlığı uygulamalarını düzenleyen yasaların genel bir gözden geçirmesi yapılmıştır. Bu yasal düzenlemelerde var olan eksik ve tartışmalı yönler vurgulanmış, ruh hekimlerinin ve hastalarının yasa karşısındaki konumları incelenmiştir Ruh sağlığı alanındaki yasal düzenlemelerin yetersizliğinden yakınılan ve yeni yasa tasarıları öne sürülen bugünlerde var olan yasal yapıyı ve dayanakları bilmek önemli görünmekledir. Bu makalede özellikle vurgulanmaya çalışılan nokta ülkemizdeki çok genel yasaların yansıttığı "ruh hastası" tanımına dayanılarak çağdaş bir ruh sağlığı yasası hazırlamanın güçlülüğüdür. Anahtar sözcükler: Psikiyatri, ruh sağlığı ile ilgili yasa maddeleri, hukuk Legislative and administrative issues in mental health In this article, an overall review of the legislation which deter-mines practices in menial health in our country will be made. Deficiencies and disputations in these legal structures will be emphasized and the position of psychiatrists and patients in the face of law will be discussed. As the complaints about the inadequacy of the mental health codes are constant and as there are new draft law proposals, it seems important to know the existing legal frame and bases A very basic point which is especially emphasized in this article, is the difficulty of preparing a modern mental health law based on the concept of "menially ill" that is reflected by the more general laws of Turkey. Key words: Psychiatry, articles in legislation about mental health, law Hukuk disiplininin tanıdığı en temel hak yaşama hakkıdır. Tüm öteki haklar ancak yaşama hakkı gerçekleştiğinde anlam kazanır. Yaşama hakkı; kişinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü koruyabilmesi, sürdürebilmesi, varlığının çeşidi etkilerle bozulmasına engel olabilmesi dernektir. Bu hak, kişiye başkasının yaşamına saygı göstermek, kendi yaşamına ve ruhsal bütünlüğüne karşı da saygılı olmak ve korumak görevini vermekledir. Bu hak doğuştan gelen bir haktır ve temel hak ve özgürlükler içinde en önemli hak niteliğini de taşımaktadır'. Yaşama hakkının gerçekleşmesi için en önemli koşul sağlık hakkıdır. Sağlık hakkı kişinin toplumdan ve devletten, sağlığının korunmasını, gerektiğinde tedavi edilmesini, iyileştirilmesini isteyebilmesi ve toplumun sağladığı olanaklardan yararlanabilmesidir. Türk hukukunda 1961 Anayasası'nda 2. bolüm madde 14/Tde "Herkese yaşama, maddi ve manevi varlığını geliştirme haklarına ve kişi hürriyetine sahiptir" ve aynı Anayasasının 3. bölüm 49. maddesinde de "Devlet, tıbbi bakım görmesini sağlamakla görevlidir" denilerek bu haklar dile getirilmiştir1. Aynı madde 19S0 Anayasasında da korunmuştur (Madde 56). Hukukun tanıdığı haklardan bir başkası ise kişilik hakkıdır. Kişilik hakkı mutlak bir haktır ve bireyin bu hakkının her durumda tanınmasını ve ona saygı gösterilmesini yasalarla güvence altına almak, hukukun temel amaçlarından ve etkinliklerinden biridir. Bu hakkın çiğnenmesi hukuk açısından sorumluluğun ana öğesidir. Kişinin beden ve ruh bütünlüğü ile ilgili tüm durumlar onun kişilik haklarının bir parçasıdır. Bu nedenle de tıp etkinliğini yürütürken bu hakların göz önünde bulundurulması gerekir Türk hukukunda tedavi iradesi hastaya aittir Hasta bu iradesini belli sınırlar içinde kullanması için hekime vekâlet vermektedir Bu vekâletin geçerli olabilmesi için hekimin hastanın onanımı (rızasını) alması gerekir. Onamın geçerli olabilmesi için hastanın onam vermeye yeterli olması (yasal işlem yapma yeterliği), bunu özgürce açıklayabilmesi, onamın yalnızca kapsamına giren konuda kullanılması ve hastanın bu konuda tasarruf hakkının bulunması gerekir. Hukuksal metinlerimiz hekimin sorumluluğunu ve onun hukuka uygunluk koşullarından biri olarak haşlanın rızasını tanımlarken sürekli olarak onun vücudundan söz etmektedir. Hastanın üzerinde hakka sahip olduğu varlıkları betimlerken kullanılan sözcükler "beden", "vücut" ve "fiziksel bütünlük" terimleridir. Yalnızca sağlığın ve sağlık hakkının tanımlanması bağlamında ruhsal bütünlük terimi kullanılmıştır. Bu da bizi, hukuksal düzenlemelerimizin daha çok kişinin somut varlığı üzerinde somut gösterileri olan organik hastalıkları kapsadığı, özellikle cerrahi girişimleri vurgulayarak, onlarla ilgili sorunları çözmeye yöneldiği sonucuna götürmektedir. Bu hukuksal yaklaşım, yasa maddelerinin büyük bir bölümünde de ortaya çıkmaktadır, bu maddelerin ruh hastalarını (çağdaş psikiyatrinin tanımladığı ve sınıflandırdığı biçimde) ne ölçüde kapsadığı ve onlara ne ölçüde uygulanabileceği kuşkuludur. A) Ruh hastaları ile ilgili yasalar Türk hukuk sisteminde ruh hastalarla ilgili özel bir yasa bulunmamaktadır. Bu konuyla ilgili yasal düzenlemeleri farklı yasaların içinde tek tek maddeler biçiminde bulmaktayız. Mevcut yasalarda bulunan maddeler de çok sayıda ve açık değildirler 2,3. Bu konudaki hukuksal düzenlemenin en önemli eksiği, onun psikiyatri alanındaki hastalıkları akıl hastalığı biçiminde tanımlaması ve bu sözcükle organik kökenli hastalıklarla psikozları kastetmesidir. Çağdaş psikiyatrinin ruh hastalığı tanımı ile hukuk sistemimi-zin akıl hastalığı tanımının ve algılamasının örtüştüğü, hatta önemli ölçüde kesiştiği bile söylenemez. Türk hukuku ruh hastasını iki açıdan ele almaktadır Bunlardan birincisi akıl hastalarının kişilik haklarının korunması (Türk Medeni Kanunu), ikincisi ise toplumun akıl hastasının gerçekleşmiş ya da olası kötü davranışlarından korunmasıdır (Türk Ceza Kanunu. Bu iki temel konuyu incelerken hukukun temel aldığı ölçüt ise akıl hastasının suç işleyip islememiş olmasıdır. Suç işlememiş akıl hastası kişilerin kendi istekleriyle sağlık hizmeti veren kuruluşlara başvurmalarına "ihtiyari" (isteğe bağlı) tedavi denir. Bu tedavi şeklinde sağlık birimlerine giriş ve çıkış hiçbir kavda bağlı değildir; bu konuda psikiyatrik hastalara özgü hiçbir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Hastanın kendi isteğiyle hastaneye kabulü hekimin değerlendirmesi ve yatışa gerek görmesi ile olur Hastanın çıkışı da yatısı gibi kendi isteğine bağlıdır. Suç işlememiş bir akıl hastasının yasalar karşısındaki konumu, çoğu zaman herhangi bir hastadan farklı değildir. Onun kişilik hakları da mutlak bir hak olarak yasaca tanınmakta ve bunlara saygı gösterilmesi güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Herhangi bir tıbbi girişim gibi ruh hekiminin uygulamaları da, belli koşullar dışında ancak bazı gereklilikler yerine getirildiğinde bu hakların her ortamda korunması zorunluluğuna uymakta ve hukuka uygunluk koşulunu sağlamakladırlar. Bu gerekliliklerin başında hastanın onamının alınması gelmektedir. Bu onamın hastanın özgür istencine dayanması, herhangi bir baskının söz konusu olmaması, konuyla ilgili yeterli ve doğru bilgiye dayanması ve açıkça ifade edilmiş olması gerekmektedir Bu gereklilikler yerine getirilmediği ve kişilik haklan çiğnendiği zaman sorumluluğun ana Öğesi oluşmaktadır. Hasta kendi isteğiyle hastaneye ya da herhangi bir sağlık birimine yattıktan sonra; 1, Tedavi bitine kadar kendi isteğiyle hastanede kalabilir Eğer iyileşme gerçekleşirse ve hasta, çevresi için tehlikelilik riski taşımıyorsa taburcu edilir. Kalıcı bir hastalık söz konusu ise, uzun bir süre, kimi zaman ömür boyu hastanede tutulabilir. Bazı hastalar böyle bir uygulama hakkında görüş bildiremeyecek kadar iletişim kaybı içindedirler. Bunlarla ilgili kararlan vasileri verir. Bazı hastalarsa uzun süreli yatırmayı kabul etmezler; o zaman hastanın durumuna göre zorla yatırma söz konusu olabilir. 2. Hasta önce rıza verip tedaviye başlar, ancak sonradan onu reddeden Bu durumda eğer tedavi ol maması halinde hastalıkta bir ilerleme ya da tehlike-lilik söz konusu olmayacaksa, hasta taburcu edilir; bunun tersi durumunda zorla tedavi edilir. 3. Hasta tedaviyi kabul eder, ancak belli bir yön-teme rıza göstermez. Bu durumda, varsa öteki seçenekler tartışılır; ya da hasta ikna edilmeye çalışılır. Bu noktada ruh hastası açısından en önemli özellik yukarıda "belli koşullar" biçiminde nitelendirilen durumlardır. Fiziksel hastalıkların söz konusu olduğu durumlarda, hastanın kişilik haklarını çiğnemeksizin, bazı gereklilikleri göz ardı etmeyi haklı çıkaran en önemli koşul bilinç kapalılığıdır Hastanın acil bir girişimi gerektirmesi ve bilincinin kapalı bulunması hekimi bu gerekliliklerin yerine getirilmemesinden doğacak sorumluluktan korur. Oysa akıl hastası için bilinç kapalılığı ender olarak acil girişimi gerektiren durumun bir öğesi konumundadır. Bu nedenle fiziksel hastalıklar için sıklıkla "acil tedavi" terimi kullanılırken, akıl hastaları için "cebri (zorla) tedavi" terimi kullanılmaktadır. Suç işlememiş akıl hastalarının kendi istekleri dışında tedaviye alınmasına cebri (zorla) tedavi denir Hastanın kendi irade ve arzusuyla başlayan bir tedavi de sonradan cebri tedaviye dönüşebilir. Cebri tedavinin amacı toplumsal güvenlik ve sağlıktır. Bu uygulamayla hastanın kendisine karşı ve toplumun hastaya karşı korunması hedeflenmekledir. Cebri tedavide ön koşul hastanın hastalığının kendisi ya da çevresi için bir tehlike oluşturmasıdır. Ancak burada çok önemli bir etik ve hukuk sorunu ortaya çıkmaktadır. Ne yargıç ne de hekim bir hastanın kısa ya da uzun erimde bir tehdit oluşturup oluşturmayacağını nesnel anlamda bilemez. Bu nedenle tehlikeliliği değerlendirmek, özellikle kendisinden bilirkişi olarak bu konuda yanıt beklenen ve bu yanıttan sorumlu tutulan hekim açısından hem zor hem de sorunludur4. Cebri tedavinin hukuk açısından önemi, bir kişinin suç işlemeden özgürlüğünden alıkonulması sonucunu doğurmasındandır. Kuşkusuz hukuk, bu tür tedavinin hukuk ve ahlak dışı amaçlarla kullanılabileceğini bilmektedir. Onun için bu tedaviyi kesin ölçütlere bağlamak için pek çok ülkede yasalar çıkarılmıştır Tehlike-lilik bu ölçütlerden yalnızca biri. ancak en önemlisidir. Bir başka ölçüt ise, bakımsızlıktan ölme riskinin bulunmasıdır. Bunun tedaviye gereksinim duyma ve yeti yitimi gibi daha geniş bir çerçeveye oturtulması da olanaklıdır. Türk hukukunda bu konuda da açık bir kanun hükmü yoktur Ancak bazı kanunlarda bu tür tedaviyi olanaklı kılan düzenlemelerden söz edilmektedir5. 1. 14 Nisan 1930 tarihli ve 1471 sayılı Belediye Kanunu'nun belediyenin görevleri ile ilgili 2. fasıl 15. maddesinde "bırakılmış ve bulunmuş çocukları, delileri, dalanmış ve kudurmuşları, sokakta bayılanları, kazaya ve afete uğrayanları koruyup gözetmek; muvakkaten herhangi bir ameliye için iğfa veya istimal edeceklere izin vermekle belediyeleri görevlendirmektedir. Aynı yasanın 45.. maddesi ise belediyelere "tesisat ve teşkilatı ve mahalleri sıhhat vekaletince tayin ve tasdik edilmek şartıvla tımarhane açma ve işletme yetkisi" vermektedir6.
Türkiye koşullarında psikiyatri kliniklerine yatırılan ve cebri tedavi kapsamında değerlendirilebilecek hastaların büyük çoğunluğu yasal olarak vesayet alıma alınmamış, ancak yakınları tarafından tedavilerine onam verilen hastalardın. Var olan yasalarda vesayet altında olmayan hastaların, hastaneye yatırma önerisine karşı çıktıklarında nasıl yatırılabilecekleri konusunda bir düzenleme bulunmadığından uygulama pragmatik bir tür uzlaşmaya dayanmaktadır. Bu durum kuşkusuz keyfi tutumlara açıktır. Suç işlemiş veya işlememiş akıl hastalarının tedavi için getirildikleri akıl hastanesine bazı sorumluluklar veren yasalar da bulunmaktadır. Türk Ceza Kanunu'nun bu konuyla ilgili 5G0 ve 361. maddelerine göre "muhafazası altında bulunan akıl hastalarını serbest bırakan veya kaçtıklarını zamanında haber vermeyenler cezalandırılır" demekle, bu biçimde hastaneye getirilen hastaların hastanede tutulması konusunda hekimi ve hastane idaresini sorumlu tuttuğunu göster- rnekte, aynı zamanda hekimi zorla tedavi konusunda karar veren kişi olmaktan çıkararak, zorla tedaviye ya da en azından zorla yatırmaya yasa koruyucunun kendisi karar vermektedir. Aynı yasanın 562. maddesi bu suçun hekim tarafından işlenmesini ağırlaştırıcı neden savmaktadır. Ancak akıl hastasının ailesine teslim edilmesi serbest bırakmak sayılmamaktadır Hastanın muhafaza için kime teslim edileceği ülkemiz açısından bir sorundur8. Medeni kanunun 355. maddesine göre akıl hastalığı sebebiyle hacir altına alınan birisi vasisinin denetimindedir. Bu maddede "başkasının emniyetini tehdit eden her reşit için vasi tayin edilir" demektedir. Ayrıca akıl hastaları için vasi tayin edileceği amir bir hükümdür ve her durumda vasi tayini gerekmektedir, 560. madde ancak bu koşulla işletilebiliri Türk hukukunda akıl hastalan ile ilgili en açık hükümler suç işlemiş akıl hastalan ile ilgili olanlarıdır, ancak bunlar da büyük ölçüde tartışmalıdır. Suç işlemiş akıl hastalarıyla ilgili olarak Türk Ceza Kanunu'nun 46. ve 47. maddeleri bulunmaktadır. Bunların uygulanabilmesi için kişinin akıl hastası olup olmadığı, eğer akıl hastasıysa hastalığının derecesi önem kazanmaktadır. Bunların nasıl saptanacağı Türk Ceza Muhakemeleri Usul Kanununda açıklanmıştır. Buna göre sanık (ya da onun temsilcisi) savcı ya da yargıç akıl hastalığı savını ileri sürebilmektedir10. Türk Ceza Kanunu Madde 46, "Fiili işlediği zaman şuurunu veya harekâtının serbestisini tamamen kaldıracak surette akıl hastalığına duçar olan kimseye ceza verilemez. Ancak bu şahsın muhafaza ve tedavi altına alınması hazırlık tahkikatında Sulh Hakimi, ilk tahkikatta Sorgu Hakimi ve son tahkikatta vazifeli mahkeme tarafından karar verilir. Muhafaza ve tedavi altında bulundurma müddeti şifaya kadar devam eder. Yalnız maznuna isnadolunan suç, ağır hapis cezasını müstelzi ise bu müddet bir seneden az olamaz. Muhafaza ve tedavi altına alınan şahıs; muhafaza ve tedavinin icra kılındığı müessesenin sıhhi heyetince, şifası tebeyyün ettiğine dair verilecek rapor üzerine aynı kazai mercice serbest bırakılır. Bu hususu ki rapor ve kararda, hastalığın ve isnadolunan suçun mahiyeti göz önünde tutularak, içtimai emniyet bakımından şahsın tıbbi kontrole ve muayeneye tabi tutulup tutulmayacağı, tutulacaksa müddet ve fasılası da gösterilir. Tıbbı kontrol ve muayene; Cumhuriyet Müddeiumumilerince, kararda gösterilen müddet ve fasılalarla bu şahısların bulundukları mahalde yoksa en yakın selahiyetli mütehassısı olan hastane sıhhi heyetlerine sevk edilmeleri suretiyle temin olunur. Bu tıbbi kontrol ve muayenede nüks arazları gösterenler hâkim veya mahkeme kararıyla vinç muhafaza ve tedavi akına alınıp aynı muamelelere tabi tutulurlar." Madde 47; "Fiili işlediği zaman şuurunun veya harekatının serbestisini ehemmiyetli derecede azaltacak surette akli maluliyete müptela olan kimseye verilecek ceza aşağıda yazılı şekilde indirilir;
Madde 48; "Suçu işlediği esnada arızi bir sebepten dolayı 46 ve 47 nci maddelerde münderiç akli maluliyet halinde bulunan kimseler hakkında a maddelerdeki ahkâm tatbik olunur. İhtiyarı sarhoşlukla veya ihtiyari ile kullanılan uyuşturucu madde tesiriyle işlenen fiiller bu madde hükmünden hariçtir" B) Ruh hastası karşısında hekimin sorumlulukları Bireylerin toplum içindeki yaşamını düzenleyen hukuk kurallarının kapsamına, insan yaşamını insanın sağlık ve yaşayışını etkileyen fiiller ve dolayısıyla hekimle hasta arasındaki ilişkiler de girmektedir. Tıp açısından sorumluluk kavramını ele aldığımızda iki tür sorumlulukla karşılaşmaktayız. Bunlardan birincisi tıbbı sorumluluktur. Tıbbi sorumluluk, hekimin, diş hekiminin, eczacının, ebenin, hemşirenin, ilaç üreticilerinin, sağlık teknisyenlerinin insan sağlığına yönelik eylemlerinden ve özel sağlık yasalarında düzenlenmiş suçlarından ötürü ortaya çıkan sorumluluklarını kapsayan çok geniş sınırlara sahip bir kavramdır. İkincisi olan hekim sorumluluğu ise, hekimin meslek uygulaması ve etkinliği sırasında bilerek, dikkatsizlikle, ihmal yoluyla hastalarına verdiği zararlardan, hekimlikle ilgili yasalara uymamaktan, teşhis ve tedavide gerekli ve en son bilimsel yöntemleri uygulamamaktan, mesleğindeki acemiliğinden ötürü sorumlu tutulmasıdır.11, Hekimle hasta arasındaki ilişkinin bir tür sözleşme niteliği taşıdığı genellikle kabul edilmektedir. Hekimin başladığı tedaviyi geçerli "meşru" nedenler dışında yanda bırakamaması, tedavi sonucunda ücrete hak kazanması bu sözleşmenin varlığının kesin nitelikleri olarak gösterilmektedir. Yine hekimin hastasına bakması, tedavi etmesi, bu sözleşmeyle olmakta ve hekim, hastasını özenle, sürekli durumu hakkında bilgi vererek ve aydınlatarak tedavi etme yükümlülüğü altına girmektedir. Türk Borçlar Kanununun 41. maddesi hekimin varsayılan bu sözleşmeye aykırı davranması durumunda karşı karşıya kalacağı yaptırımı şöyle belirler; ister bilerek isler ihmalle bir kişiye, hukuka aykırı olarak zarar verilirse, veren kişi zarara uğrayan kişinin zararını karşılamak zorundadır, yani sonuç tazminattır. Hekimin, çalıştığı kurumun olanakları nedeniyle ortaya çıkan kusurları, kişisel bir tazminat konusu olamaz. Ancak hekimin sağlık hizmetlerinin yürütülmesindeki kusuru, özellikle çalıştığı kurumun olanaklarından tamamen ayrılabilir nitelikte ise ve eylemindeki tıbbi noksanlık yalnız her türlü mesleki kurala değil, en basit vicdani emirlere de aykırılık derecesine gelmiş ise kişisel sorumluluk söz konusu olur Hekimin hasta üzerindeki uygulamalarının hastada zarara yol açmadığı zaman bile hukukun genel ilkeleri açısından ve hukuka uygunluk yönünden dayanaklandırılması gerekmektedir Hekimin hasta üzerinde yerine getirdiği tüm girişim ve işlemlerin hastanın kişilik hakkını zedeleme olasılığı vardır. Bu nedenle hekimin eyleminin hukuka uygunluğu önemli bir tartışma konusudur Hekiminin eylemlerinin suç olmadığı, çünkü bu gibi fiillerin hastanın rızası ile gerçekleştirildiği savı, hekimin eyleminin hukuka uygunluğunun dayanaklarından biri ve belki de en önemlisidir. Rıza olmaksızın yapılan tıbbi müdahalelerde ise hekimin kasten veya taksirle gerçekleştirdiği sonuçtan sorumlu olacağı ve sonucun başarılı olması halinde dahi fiilin suç sayılacağı kabul olunmaktadır. Rızanın hukuka uygunluğu sağlayışının gerekçesi şöyle açıklanmaktadır: "Kişinin kendi menfaat ve haklarında bilerek ve isteyerek tasarrufu başkalarının tasarruf sahasına tecavüz sayılmadığı için, kamu düzenini bozmaz; kamu düzeni kişinin rızası ile ve onun menfaati için yapılan fiillerin suç olarak kabul edilmesini gerektirmez". 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatların Tarzı icrasına Dair Kanun'un 70. maddesi "Tabipler... yapacakları her nevi ameliye için hastanın, hasta küçük veya tahtı hacirde ise veli veya vasisinin evvelemirde muvafakatini alırlar Büyük ameliyat cerrahiler için bu muvafakatin tahriri olması lazımdır (Veli veya vasisi olmadığı veya bulunmadığı veya üzerinde ameliye yapılacak şahıs ifadeye muktedir olamadığı takdirde muvafakat şart değildir). Hilafına hareket edenlerden alakadarın şikayetine bağlı olmak şart ile on liradan iki yüz liraya kadar hafif cezayı nakdi alınır" denilmektedir'". Ancak kişinin kendi vücudu üzerindeki haklan da yaşam hakkı ve sağlık hakkı gibi çok temel haklarda olduğu biçimde sınırlıdır Bu nedenle tek başına rıza, hukuka uygunluğu sağlayamaz. Hekimin eyleminin hukuka uygunluğunu sağlayan temel dayanak tıp biliminin ve uygulamasının hukuk düzenine aykırı olmaması ve bunun hekimin fiilinin hukuka aykırı olmadığı sonucunu doğurmasıdır. Hekimin buna dayanarak yaptığı eylem bir hakkın kullanılmasından oluşmaktadır ve bu nedenle hukuka uygundur'. Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi 13/1 maddesinde "Tabip... ilmi icaplara uygun olarak teşhis kovar ve gereken tedaviyi tatbik eder Bu faaliyetlerin mutlak surette şifa ile neticelenmemesinden dolayı, deonto-lojik bakımdan muaheze edilemez" demektedir. Hukuk açısından hastanın onamının aranmadığı özel durumlar özel kanunlarla açıklanmaktadır Buna dayanarak, onamın hukuk açısından hekimin hakkı kullanmaya dayalı eylemindeki hak öğesini tamamla-yan, onun uygulanışını sağlayan bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Hekimin sorumsuzluğu esasta hakkın kullanılmasına dayanmakla birlikte, onun bu hukuka uygunluk sebebinden yararlanabilmesi için, kanundu belirtilen özel haller dışında hastanın rızasını alması gerekir. Rızanın bir başka özelliği de hakkın sınırlarını belirlemesidir1. Rızanın hukuk açısından kabul edilebilir olması için hastalığını ve tedavi usullerini bilen, bunların tehlikelerini karşılaştırıp değerlendirebilen hastadan alınmış olması gerekir Bunu "hastanın yeterli olması gerekir" biçiminde de özetlemek olasıdır. Bir kişinin yeterliği olduğundan söz edebilmek için bazı koşulların varlığı gereklidir. Bunlardan belli bir vaş (reşit olma), temyiz kuvveti (ayırtım gücü) ve fiil ehliyetine kısıtlılık getiren bir mahkeme kararının olmamasıdır1. Tıbbi kararlara katılma konusunda yeterlilik, kişinin karar alma sürecine katılabilmesi için gereken anlama ve değerlendirme yetilerine sahip olmasıdır. Hekim her hastada ve hastalığın çeşitli aşamalarında yeterlilik değerlendirmesi yapmalıdır. Vesayet altında bulunanlar konusunda bu alanda önemli bir sorun vardır. -Medeni Kanun vesayet altına almanın şartlarını geniş olarak göstermektedir. Akıl hastalığı, akıl zayıflığı, israf, ayyaşlık, suihal, suiidare, bir sene ya da daha uzun süre hürriyeti bağlayıcı bir ceza ile mahkum olma, ihtiyarlık, maluliyet, tecrübesizlik vesayet için gerekli şartlardır. Bu bağlamda belirtilen vesayet sebepleri daha çok kişinin malvarlığını korumak için konulmuştur. Kişinin sağlık ve hayali üzerindeki hakkı gibi şahsa sıkı suretle bağlı haklara uygulanmaları, bu hakların alanını önemli ölçüde daraltmak olacaktır. Bu nedenle bu konu tartışmalıdır. Vesayet altında olanların vasilerinden rıza alınacaktın Akıl hastası şayet vesayet altına alınmışsa, hastalığın tam ya da kısmi olduğuna, haşlanın hastanede yatırılmış olup olmadığına veya şuurlu ya da şuursuz bir halde bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, vasisinin tıbbi müdahale için rızası aranacaktır. Şayet tıbbi müdahaleye tabi tutulacak kişi henüz vesayet altına alınmamış bir akı] hastası ise, bunun şuursuz olması halinde hekim, hastanın akrabalarından en yakınına muvafakat için başvuracaktır. Hastanın bilinci yerinde bir akıl hastası olması halinde ise rızası yeterli olacaktır1. Tıbbi müdahalenin yapılabilmesi için gerekli rızanın verilmemesi halinde Medeni Kanun'un 404, maddesi gereğince hâkim kararına başvurulabileceği gibi, acele durumlarda doğrudan doğruya müdahale de edilebilir9. Bazı durumlarda onam önemli değildir. Salgın ve bulaşıcı hastalıklar, zührevi hastalıklar böyle durumlardır Bu gibi durumlarda toplumun yararı kadar bireyin yararı da amaçlanarak hasta zorla ya da onamı alınmadan tedavi edilebilmektedir. Akıl hastalarının bir bölümü de bu gruba girmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi bu durumun temel belirleyicileri tehlikelilik ve bakımsızlıktan ölme riskidir. Tıbbi müdahalelerde bulunmanın hukuka uygunluğunun nesnel sınırı "tıp meslek ve sanatının gerektirdiği şekilde hareket edilmesi, tecviz edilemeyecek mesleki bir hatanın yapılmaması, fiilin kanunlara, toplumdaki ahlaki inanışlara aykırı olmamasıdır." Bu sınır, Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi'nin 13/1 ve 13/2. maddelerinde "Tabip... ilmi icaplara uygun olarak teşhis koyar ve gereken tedaviyi tatbik eder" ve 'Tababet prensiplerine ve kaidelerine aykırı veya aldatıcı mahiyette teşhis ve tedavi yasaktır11 biçiminde dile getirilmiştir11. Tıbbi müdahalelerde bulunmanın hukuka uygunluğunun nesnel sınırı ise tedavi amacının bulunmasıdır Bunu da Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi 13/3. maddesinde "Tabip,... teşhis, tedavi veya korumak gayesi olmaksızın hastanın arzusuna uyarak veya diğer sebeplerle akli veya bedeni mukavemeti azaltacak herhangi bir şey yapamaz" biçiminde belirtmiştir. Bu sınırları aşan hekimin eylemindeki hukuka uygunluk özelliği ortadan kalkar ve sorumluluk ortaya çıkar. Hastanın rızasının alınmaması durumunda, bu rıza ile korunan hukuki menfaat (hastanın özgürlüğü ve kişiliği) çiğnenmiş olur ve suç oluşur. Bu suçun faili hekim, mağduru hasta ya da onun vesayet altında olduğu durumda veli veya vasisidir. Hareket; her nevi ameliyeden önce hastanın rızasının alınmaması veya büyük cerrahi ameliyelerden önce yazılı rızanın alın-mamasıdır. Bu bir İhmali suç oluşturur Bu suç ancak şikayet olduğu zaman cezalandırılır. Şikayete hakkı olanlar hasta ve hasta küçük ya da vesayet altında ise veli veya vasisidir. Ancak şikayet hakkı kişiye sıkı sıkıya bağlı bir hak olduğundan, küçük veya vesayet altındaki kimse de anlama ve isteme kabiliyetine sahip olduğu takdirde şikayette bulunabilir1. Herhangi bir şikayet halinde, uygun biçimde rıza alınıp alınmadığı konusunda ispat külfetinin kime ait olacağı, hukuk açısından tartışmalı bir durumdur. Genellikle kabul edilen hekimin hukuka uygunluk sebebinin varlığından istifade etmesi dolayısıyla ispat yükünün ona düşeceğidir'4. Hastanın kendi iradesiyle hekimi rıza alma yükünden kurtarması, acil durumlar, hastanın zaten bilgi sahibi bulunduğu durumlar, bilgi verilmesinin hastanın hayatını veya sağlısını ya da üçüncü kişileri çok ciddi biçimde tehlikeye düşürebileceği durumlarda hekim hastanın istediğini göz ardı ederek tedavi ve girişebilir14. Hekimin sır saklama yükümlülüğü de önemli bir hukuksal ve etik sorundur Tıbbi Deontoloji Nizamna-mesi'nin 4, maddesinde "Tabip ve diş tabibi, meslek ve sanatının icrası vesilesi ile muttali olduğu sırları kanuni mecburiyet olmadıkça ifşa edemez' denilmektedir13. Bu durumda hekim başta yasal zorunluluklar olmak üzere çeşitli durumlarda hastanın sırrını açıklamak zorunda kalabilir. Bu zorunluluk ve onun sınırları özellikle ruh hastası söz konusu olduğunda önemlidir. Ruh hastası ile kurulan ilişkinin başlangıcında hekim bu zorunluluktan söz etmeli, ona hekimle paylaşacağı bilgiyi seçme olanağı tanımalıdır. Sonuç olarak ülkemizde ruh sağlığı alanını düzenleyen yasaların yetersiz olduğu vurgulanabilir. Yazarınız bu yetersizliğin, kavramsal düzeyi kapsamayan ve ruh sağlığı alanının özgünlüğünü yansıtmayan, yüzeysel düzenlemelerle aşılamayacağı kanısındadır. Bu nedenle yazıda çağdaş bir ruh sağlığı yasa tasarısının çerçevesi oluşturulmaya çalışılmamıştır. Bu çerçeve kapsamlı bir çalışmayla ve en kısa zamanda oluşturulmalı ve hazırlanacak çağdaş yasa ivedilikle yürürlüğe sokulmalıdır. Ancak şimdiki durumda var olan ve geçerli bulunan kimi yasal düzenlemelerin de yeterince bilinmediği ve onlara uyulmadığı açıktır. Bu durumun bugün değilse yarın ruh hekimlerine kimi yaptırımlar getirebileceğine dikkat çekilmelidir. Kaynaklar 1 Bayraktar K. Hekimin tedavi nedeniyle cezai sorumluluğu. I, baskı. İstanbul:Sermet Matbaası 1972. 2 Oğuz Y. Klik açısından ruh sağlığı alanındaki yasal Türk Psikiyatri Dergisi 1993; 4: 304-306. 3 OğuzY, Demir B. Hukuki ve etik yönüyle zorla hastanaye yatırma 1993:4:367-371.
Sayıl Ir Acil psikiyatri. 1. baskı. Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları 1987; 141-144 . |